Türk Kimliği ve Ümmetçilik: Tehlikeli Yaklaşımlar
HANIF TÜRK
Türk Kimliği ve Ümmetçilik: Tehlikeli Yaklaşımlar
Kazım Mirşan'ın Haluk Tarcan ile birlikte savundukları tezin, Mustafa Kemal Atatürk'ün teşvikleri ile 1930 yıllarında oluşturulan Güneş Dil Teorisi'ni ve Türk Tarih Tezi'ni destekleyen tarafları bulunmaktadır. Türk Tarihi'nin MÖ 16.000'li yıllara dayandığını savunur.
Yazı, MÖ 16.000 yılında Türkler tarafından icat edildi.
Kürtçe; Ön Türkçe'den sözcükler barındırdığı gibi bu sözcükleri Arapça ve Farsçaya da taşımıştır.
Anadolu'da da Ön Türkçe yazıtlar bulunmaktadır.
Roma'nın küllerinden kurulduğu medeniyet olan Etrüskler Türk'tür.
Romalılardan önce İtalya Yarımadası'nda yaşayan Etrüsklerin konuştuğu dil olan Etrüskçe, Ön-Türkçe kökenlidir.
İskandinavya dahil, tüm Avrupa'da 5000'den fazla Ön-Türkçe yazıt bulunmaktadır.
Tüm dünya alfabelerinin kökeni Türk alfabesidir.
İlk Türk devleti Hun İmparatorluğu olmadığı, ilk Türk devletinin Bir Oy Bil olduğu görüşündedirler. Ardından At Oy Bil, Türükbil (karşılığı:Göktürk) gelir.
Türk tarihinin çok eskilere dayanması gerektiğini gösteren en büyük delil ise; Orhun Yazıtları'dır. Çünkü Orhun Yazıtları'nda kullanılan dil ve noktalama işaretleri bu dilin en gelişmiş hali olduğu sonucuna götürmektedir. Böyle bir dilin oluşabilmesi için en az 3000 yıl geriye gidilmesi gerekir. Kazakistan[10]'da, Bu tezi destekleyen ve M.Ö 600'lere tarihlenen bazı yazıtlar bulunmuştur.
Bugün Çin sınırları içerisinde 300 metre boyunda piramitler bulunduğu ve bu piramitlerin Mısır'dan çok önce inşa edildiği tespit edilmiştir. Mısır'ın dip kültüründe de Türkler olduğu iddia edilmektedir. Bknz.Çin Piramitleri.
Norveç, İsveç, Portekiz ve Fransa'daki mağaralardaki yazıların Türk damgaları (harfleri) ile okunduğunda anlamlaştığı ileri sürülmektedir.
İskitlerin yani Sakalar'ın Türk kökenli oldukları ileri sürülmektedir.
Etrüskler, Truvalılar, Sümerler, Hititler ve Friglerin dip kültüründe Türk uygarlığı olduğu görüşü de ileri sürülmektedir. Bu kavimler Ön-Türk olmasa bile dip kültüründe Türk etkisi vardır.
Japon ve Çin medeniyetinin de dip kültüründe MÖ 4000 yıllarında Orta Asya'dan Çin'e ve Japonya'ya göçen Türkler var.
Türkler Anadolu'ya 1071'de değil, MÖ 7000'li yıllarda gelmişlerdir. Çevresi denizle çevrili Anadolu'yu sürekli besleyen Türk göçleri buraya sıkışmışlar ve Türk varlığını tesis etmişlerdir. Oğuzlar Anadolu'ya geldiklerinde karşılarında aynı dili konuşan pek çok Türk grubu ile karşılaşmışlardır.
MÖ 10.000 yıllarında ılıman iklim ve büyük göllerin olduğu anlaşılan Orta Asya'nın kuruması ve çölleşmesiyle Türk gruplarının çevre ülkelere yayıldığı ve diğer kültürlere etki yaptıkları ileri sürülmektedir. Bering Boğazı'ndan geçerek Kızılderili ve Güney Amerika kültürlerinin diplerinde de Türk etkileşimi olduğu ileri sürülmektedir.
Yunanistan'ın Ön-Türkçe adının İç-Üy-Ök olduğu ileri sürülmektedir. Aynı zamanda Yunan kitabelerinde de Anadolu'dan gelen ve demiri çok iyi işleyen bir topluluk olduğu yazılmaktadır. Ancak bu toplumun mevsimlik geldiği bilinmektedir. Bu toplumun Ön-Türkler olabileceği ileri sürülmüştür.
Kazım Mirşan Mısır-Sina'da piramitlerdeki yazıtlarda Ön-Türkçe kartuşlar bulmuştur.
Kazım Mirşan Bizans'ın ilk kurulduğu dönemlerde Ön-Türkçe konuştuğunu ileri sürmektedir. Kanıtı ise; Trabzon'daki Rum Kilisesi'nde sadece Ön-Türkçe okunabilen yazılardır. Kazım Mirşan, daha sonraları başka kültürlerden etkilenerek Bizansın Ön-Türk dilini kullanmamaya başladığını ileri sürmektedir.
Kazım Mirşan'ın bu yoldaki en büyük başarısı ise Etrüsk alfabesinin Türk alfabesi olduğunu bütün dünyaya kabul ettirmiş olmasıdır.
Batılıların önemli bir bölümünün, Etrüsk alfabesinin Türk alfabesi olduğunun kabul etmelerine rağmen, Kazım Mirşan'ın anlam okumalarına karşı çıkmalarının temelindeki neden Etrüsk'leri Batı medeniyetinin kurucusu olarak kabul etmiş olmalarıdır. Batı'nın kökenlerinin Türklerle ilişkilendirilmesine tahammülleri yoktur.
Kazım Mirşan, Türkiye'nin İtalya Büyükelçiliği vasıtasıyla bin bir güçlükle dünyaca ünlü Etrüskolog Prof. Compa-reale ile görüşmüş (Etrüsklerin vatanı orta İtayla'dır) ve elinde delilleri ortaya koymuş, sorularını cevaplandırmıştır.
Bu ünlü Etrüskolog "hayretler" içinde kalmış ve sonuçta "Evet, Etrüskçe yazılar okunmadı" demek zorunda kalmıştır. Ancak, Kazım Mirşan'ın okumalarını kabul etmemiştir. Ne var ki bilimsel bir tenkitte de bulunamamıştır.
Kazım Mirşan'ın, Öntürkçe okumaları bugüne kadar hiçbir bilim adamı tarafından bilimsel temelde tenkid edilememektedir. Bunun bir nedeni Batı'da Ön -Türkçe bilen bilimadamının mevcut olmamasıdır.
Yeni bir bilimsel araştırma, Kazım Mirşan'ın Öntürkler konusundaki verdiği bilgileri doğrulamaktadır. Gaziantep Üniversitesi Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr Ahmet Arslan, 7.12.2004 tarihli Vatan gazetesinde yayınla-nan söyleşisinde, Konya'daki sağlık ocağında alman kan örneklerinin DNA analizlerinin italya'da Prof. Santa Chiara Benerecetti'nin merkezinde yapıldığını ve özellikle Portekizlilerle, Fransızların Türklerle yakın kan bağı olduğunun tespit edildiğini, Türklerin bir çok Avrupalı milletlerin atası olduğunu açıkladı. Bunu haber olarak Alman Rheiniche Post gazetesinin web sitesinde yayınladığını belirtti.
Kazım Mirşan'ın tezini destekleyen bir başka araştırma 08.12.2004 tarihinde İtalya'da Ferrara Üniversitesi'nde sonuçlandırılmıştır. Dipt. Biolog. Guido Barbujani ve ekibi tarafından yapılan "genetik analiz" sonucu Etrüskler'in On-türk oldukları tespit edilmiştir.
Fransa ve Portekiz, İtalya ile birlikte Öntürkçe tamga ve yazıtların en çok bulunduğu Avrupa ülkeleridir. Kazım Mir-şan bunları da incelemiş ve okumuştur. Kazım Mirşan'ın Avrupa ülkelerinde okuduğu Öntürkçe belge sayısı 1998 tarihi itibariyle 310'dur.
İtalya'da yapılan DNA analizlerinin bir benzeri birkaç yıl önce İspanya'da yapılmış ve yine Avrupalıların Türklerle kan bağı olduğu tespit edilmiştir.
Yine benzer bir başka bilimsel araştırma da Kazım Mirşan'ın tespitlerini doğrular mahiyettedir. ABD'li antropolojik genetikçi Spencer Wells ve ekibinin 1998 yılında Orta Asya'da yaşayan 2500 kişiden aldıkları DNA örneklerindeki Y kromozomu incelemeleri sonucu, insanların atalarının 30.000 yıl öncesinde Orta Asya'dan göç edenler olduğunu ortaya koyuyor.
Bütün bunlar, Kazım Mirşan'ın araştırma ve bulgularının çok daha ciddi olarak değerlendirilmesini gerekli kılan bilimsel tespitlerdir.
Ancak, burada şu hususa değinmemiz gerekir. Bugün küresel çokuluslu şirketlerce desteklenen maksatlı "genom projeleri" de mevcuttur. Bunlarla amaçlanan, bilimsellik kisvesi altında ulusları oluşturan toplulukları ırki menşeleri konusunda tereddüte düşürerek, yanıltarak etniklik temelinde bölmektir.
Esasen, etnik kimlik çağımızda ırki olmaktan çıkıp kültürel bir olguya dönüşmüştür. Bu temelde, bugünkü kimlikleri onbinlerce yıl öncesinin farklı kültürleriyle tanımlanmış kimliklerle tanımlamak mümkün değildir.
Öntürkler konusunda kapsamlı bilgi edinmek için Hulki Cevizoğlu'nun 29.06.2002 ile 20.07.2002 tarihleri arasında ATV'de yaptığı,toplam 12 saati aşan 3 programı kitaplaştırarak yayınladığı Tarih Türklerde Başlar isimli kitabın mutlaka okunması gerekir.
Bu programlara; bizzat Kazım Mirşan'ın, dünyanın en önde gelen 3 Sümerologundan biri olan Prof. Dr. Muazzez İlmiye Çığ'ın, uluslararası üne sahip araştırmacı Haluk Tarcan'ın, Prof. Dr. Bozkurt Güvenç'in, Yrd. Doç. Dr. İsmail Doğan'ın, araştırmacı Turgay Tüfekçioğlu'nun, Adile Ayda'nın ve daha birçok saygın araştırmacı ve bilimadamının katılmış olmaları bu kitabın değerini daha da artırmaktadır.
Kitabımızın kapsamı ile ilgili olarak, konumuza dönersek; Kazım Mirşan'ın ortaya koyduğu tartışılmalı gerçek, Türklerin Anadolu'daki 17.000 yılı bulan varlığıdır, (m.ö. 15.000'den bu yana)
Bugün; Türkiye'de, Orta asya, Yenisey, Aral, Balkaş, Pamir, Kazakistan, Kırgızistan, Tamgalı Say, Talaş, Issıq Kölü, Başkurtistan v.s de mevcut onbinlerce pigtogram (mağara resmi), petroglif (yazı elemanlı kaya resmi-tamga) ve yüzlerce yazıtın aynısı ya da yakın benzeri geniş bir coğrafyaya dağılmış olarak Anadolu'da da mevcuttur. Bunlar, Türklerin Anadolu'da -17.000 öncesine varan varlığının kanıtlarıdır.
Türk Kimliğinin Önemi
Türk kimliği, tarih ve kültürle şekillenen dinamik bir olgudur. Bu kimliğin kökleri, Türk milletinin geçmişine dayanmaktadır; Orta Asya’dan başlayarak Anadolu’ya kadar uzanan bir yolculuk, Türk beyliklerinin ve devletlerinin kurulmasıyla devam etmiştir. Bu süreçte, Türklerin kendi kültürel değerlerini koruma konusundaki mücadelesi, varoluşlarının temel bir unsuru olmuştur. Türk kimliğinin oluşumu, çeşitli tarihi olaylar ve sosyo-kültürel etkileşimlerle derinleşmiş, bu da günümüzde sahip olduğumuz zengin kültürel mirasın temel taşlarını oluşturmuştur.
Tarihsel bağlamda Türk kimliği, savaşlar, göçler ve yeniden yapılanmalarla şekillenmiş, bu da Türk milletinin dayanıklılığını ve kendine has kültürel yapısını ortaya koymuştur. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı dönemleri, Türk kimliğinin kurumsallaşmasına ve dünya sahnesinde tanınmasına vesile olmuştur. Paylaşılan kıymetler ve gelenekler, Türkler arasında bir bütünlük oluşturmuş, bu da kimliğin toplumsal bir bağ olarak pekişmesine yardım etmiştir.
Toplum içinde Türk kimliği, uygulanan gelenekler, değerler ve inançlar üzerinden varlık göstermekle birlikte, bireylerin kimlik duygusunu da pekiştirir. Millî birlik ve beraberlik hissi, Türk kimliğinin en önemli unsurlarından biridir. Bu bağlamda, her birey, Türk kimliğinin bir parçası olarak toplumsal sorumluluk taşır. Türk milletinin kültürel zenginliği ve tarihi mirası, ulusal kimliğin korunmasında ve gelecek nesillere aktarılmasında kritik bir rol oynamaktadır. Dolayısıyla, Türk kimliği, sadece bir etnik kimlik değil, aynı zamanda ortak bir tarih ve gelecek anlayışıdır.
Ümmet Yaklaşımının Tehlikeleri
Türk kimliğini görmezden gelen ümmetçilik yaklaşımı, ulusun birliğini ve bütünlüğünü tehdit eden önemli sorunlara yol açmaktadır. Ümmetçilik, dinî bir aidiyet temelinde kurulan bir dayanışma anlayışıdır ve bu anlayışın millî kimlik bilinci üzerindeki etkileri derinleşmekte, çeşitli sosyo-kültürel çatışmalara zemin hazırlamaktadır. Bu bağlamda, Türk milletini bir arada tutan unsurların göz ardı edilmesi, toplumda bir kimlik krizi yaratabilir.
Ümmetçilik anlayışı, geniş bir coğrafyada farklı etnik köken ve kültürel geçmişe sahip insanların Türk kimliğini hafife almasına neden olabilir. Bu, hem ulusal bütünlüğü zayıflatır hem de farklı gruplar arasında bölünmelere yol açar. Türk milleti, tarihsel olarak çok çeşitli toplulukları barındıran ve bir arada var olmayı başaran bir yapıya sahipken, ümmetçilik bu birleşik yapıyı tehdit edebilir. Bunun yanında, ümmetçilik anlayışının ön plana çıkmasıyla birlikte, milli kimlik bilinci giderek daha az etkin bir hâle gelmekte, bu da bir doğuştan gelen aidiyet hissinin zayıflamasına yol açmaktadır.
Toplumsal bütünlük, toplumun dinamik bir yapıda olmasını gerektirirken, ümmetçilik bunun için gerekli olan sosyal unsurları zedeleyebilir. Türk milleti, tarihsel süreçte pek çok zorlukla yüzleşmiş ve her zaman birlik içerisinde bunların üstesinden gelmiştir. Ancak, ümmetçilik anlayışının sürekli olarak ön plana çıkarılması, bu geçmişten gelen pek çok değer ve deneyimin göz ardı edilmesine neden olabilir. Dolayısıyla, Türk kimliğini ve ulusal değerleri ihmal eden bir yaklaşımla, toplumsal yapının zayıflaması ve milli dayanışmanın kaybolması kaçınılmaz olacaktır.
Eğitim ve Din Görevlileri Üzerinden Siyaset
Eğitimsiz din görevlileri, dinin siyasetle olan ilişkisini derinlemesine etkileyebilir. Bu durum, din duygusunun siyasete alet edilmesine ve bireylerin düşünce yapılarının manipüle edilmesine yol açabilir. Özellikle, eğitim sürecinden yoksun din görevlilerinin toplum üzerindeki etkisi, toplumsal dinamiklerin yönlendirilmesinde kritik bir rol üstlenmektedir. Din hizmeti veren kişilerin yetersiz bilgi birikimi, dinin sosyal bir baskı aracı olarak kullanılmasına zemin hazırlayabilir.
Örneğin, bazı din görevlileri, politik görüşlerini yaymak amacıyla dinî metinleri kendi ideolojilerine göre yorumlayabilir, bu durum ise toplumu ideolojik bir bölünmeye sürükleyebilir. Bu tür bir manipülasyon, yalnızca toplumsal huzursuzluğa neden olmakla kalmaz, aynı zamanda genç bireylerin din ve devlet ilişkisine dair yanlış anlamalar geliştirmelerine de sebep olabilir. Eğitim seviyesinin düşük olduğu yerlerde dinî liderler, otorite figürü olarak kabul edilmekte ve bu sebeple sözlerinin etkisi daha da artmaktadır.
Genç Türk bireylerin eğitim alanında yaşadığı sorunlar, din ile eğitim arasındaki ilişkinin incelenmesini gerekli kılar. Yetersiz eğitim olanakları ve dinî eğitimin ön planda olması, gençlerin entelektüel gelişimini olumsuz yönde etkileyebilir. Bu bağlamda, din eğitimi veren kurumların, çağdaş eğitim yöntemleri ile entegre edilmesi büyük önem taşımaktadır. Eğitim sisteminin güçlendirilmesi, anlayışlı ve bilgili din görevlilerinin yetiştirilmesi için hayati bir gereklilik haline gelmiştir. Böylelikle, dinin siyasete alet edilmesi gibi tehlikeli yaklaşımların önlenmesine katkı sağlanabilir.
Tarihsel Bağlamda Türkler ve Araplar
Tarih, Türklerin Araplarla ortak bir ümmet paydasında buluşmalarına pek elverişli şartlar sunmamıştır. Milattan önceki dönemlerden itibaren Türkler, coğrafi ve kültürel farklılıklar nedeniyle Araplarla birleşik bir güç oluşturamamışlardır. Bu durum, tarihsel süreçte her iki topluluğun karakteristik özelliklerinin ve değerlerinin farklılığında kendini göstermektedir.
Türk Kimliğinin Korunması
Türk milletine yönelik menfaatleri unutturacak ve milli duyguları yok edecek yaklaşımlar, çeşitli dönemlerde birçok sorun teşkil etmiştir. Özellikle, fani dünyaya fazla değer veren anlayışlar, milli kimlik bilincini zayıflatmış, ve bu da sefaletler, zaruretler ve felaketlerle sonuçlanmıştır. Türklerin, kendilerine özgü değerlerini korumaları gerektiği aşikar. Aksi takdirde süregelen olumsuzluklar, Türk milletinin geleceğini tehdit edecektir.
Akıl ve Bilim Önceliği
Yaşanan sorunları değerlendirirken, aklı ve bilimi devre dışı bırakmak doğru bir yaklaşım değil. Tarih, tüm felaketlerin ve zorlukların yaşanmasının ardından sert bir şekilde, insanoğlunun akıl ve mantıkla hareket etmesi gerektiğini öğretmiştir. Ayrıca, bireylerin doğru bir şekilde vakit geçirdiği dönemlerde verilmesi gereken kararlar, ilahi bir takdire bırakılmamalıdır. İslami anlayışın, Türk milletinin milli değerleri ile bir arada bulunması, kabul edilebilir bir yaklaşım değildir.
Bu noktada, Avrupa’da yaşayan Türklerin durumu da pek iç açıcı değildir. Onlar için bu durum, milli kimlik bulma yolunda bir tehdit teşkil etmektedir. Somut sorunlar ile hayatın gerçeklerinden koparak, ahirette mutluluğa ulaşmayı arzulamak, ne yazık ki eski anlamlarını yittiren bir anlayıştır. Avrupa’daki Türkler için milli kimliğin korunması, sadece inançlar değil, aynı zamanda bilim ve akıl ile de desteklenmelidir.
KAZIM MİRŞAN VE YİTİK TÜRK
Halûk Tarcan, tek dile karşılık gelen bir müziği Altay bölgesinde bulduğunu ancak söz konusu dili bir türlü bulamadığını ve mutlaka böyle bir dilin olması gerektiğine dair yazılar yazmaktadır. Kazım Mirşan da Halûk Tarcan'a ulaşarak "Aradığın dil, Proto Türkçedir ve ben, o dili biliyorum." demiştir. Bunun üzerine Halûk Tarcan, derhal Kazım Mirşan ile irtibata geçer ve onun çalışmalarını inceler. Dahası ikna olur. "Hocam dediği Kazım Mirşan'a, yarısı ecnebice yarısı Türkçe olan "Proto Türkçe" ifadesine karşılık "Ön Türkçe" ifadesinin kullanılmasını teklif eder. Kazım Mirşan da bu öneriyi doğru bularak kabul eder. O gün itibarıyla Proto Türkçe yerine Ön Türkçe ifadesini kullanan araştırmacı ikili, yaşamımıza böylelikle Ön Türk ibaresini katmış olur.
Türk dilinin, kültürünün, tarihinin evveliyatını inkarı meziyet bilenler, bu ifade üzerinde bilinçli ve koordineli bir şekilde provokasyonlara başlar. Kazım Mirşan'a, Halûk Tarcan'a karşı şahsi kinlerini bireyselleştirmenin bin bir türlü yolunu geliştirmeye başlarlar, bilimsellik adı altında... Kazım Mirşan ve Halûk Tarcan'ın ortaya koyduğu birçok bulgu, akademisyenlerce ve Türk'ün öz kültürü ile dilini, tarihini kabullenmekte zorlanan gruplar; bulguları irdelemek yerine sadece reddetmek ve karalamakla meşgul olurlar. Oysa ki birçok kitapta gizlice Kazım Mirşan'ın bulgularından yararlanırlar... Sadece Kazım Mirşan okurlarının ayırt edebileceği bu faydalanmaları, asla ulu orta dillendirmeyi kendilerine yediremezler. Çünkü onlara göre Kazım Mirşan ve Halûk Tarcan, aforoz edilmesi gereken ve zaten de aforoz edilmiş kişilerdir. Söylemlerine katılmak, akademik kariyerin zedelenmesi demektir.
Bazı üniversitelerin tarih bölüm başkanları bile, tarihimizdeki birçok Türk kahramanın adı diye bilinen kişilerin artık bu isimde olmadığını dillendirebiliyor ve bunu kendi bulgularıymış gibi ya da Kazım Mirşan'dan önce de zaten konuşulagelen bir durummuş gibi lanse ediyor ve ondan ilgili itibarı söküp almaya dair hınçlı çalışmalarını sürdürüyorlar. Yetmiyor, "Bana göre bu ad, bu kişinin adı değil, unvanıdır." diyebiliyorlar ulu orta... Bilge Han, bu konudaki en belirgin örnektir.
Çünkü Kazım Mirşan'ın tespiti bu konuda şöyledir: Bilge Han adında biri yoktur. Bu bir ad değil, ilgili hükümdarın unvanıdır. -ge eki iyelik ekidir. Bugün Türk Dünyasında hâlâ da kullanılmaktadır. Özge kelimesi en bilinenidir. Keza öz kelime -ge eki ile bir araya geldiğinde "kendim" anlamında bir kelime olmaktadır. Bilge ise Bil kelimesine ek olan -ge eki ile Bil'e ait anlamı taşımaktadır. Yani Bil'in kendisi. Bil ise bugün il olan kelimenin daha üst seviyesi olan devlettir. Bir Oy Bil'de, At Oy Bil'de olduğu gibi Bil kelimesi devlet demektir. İllerin bir araya gelerek oluşturduğu federasyon veya konfederasyon yapı demektir. O dönemdeki illerin kendi parası, askeri ve yönetim biçimleri bulunmaktadır. Bunlara daha sonra şehir devletleri denilmiştir. Ancak bu şehir devletlerinin bir merkeze bağlı olduğundaki adın BİL olduğunu henüz akademisyenler bilmediği için zikredememiştir. Haliyle BİL-ge HAN, Hükümdar demektir. Ad değildir. Bilge Han veya Bilge Kaan namıyla tanınan kişinin gerçek adının yazıtlarda bulunmaması sebebiyle Kazım Mirşan da ilgili kişinin adının kayıtlarda bulunmadığını belirtmiştir. Ancak Bilge Kağan'ın o federasyonun başındaki kişi olduğunu masaya koymuştur.
Buna vaktiyle ısrarcı bir şekilde karşı çıkan akademisyenler bugün, Bilge Han ve buna benzer ifadelerin ad değil unvan olduğunu kabul ediyor. Tonyukuk da bu konuda bir diğer örnektir ve bazı profesörlerin, kürsü başkanlarının Tonyukuk yılı vesilesi ile çekilen belgesellerde gözümüzün içine baka baka, Kazım Mirşan'a demediğini bırakmayanların "Ben, Tonyukuk'un bir ad değil bir unvan olduğunu düşünüyorum." dediklerine şahit olabiliyoruz.
Doğru söz ile yanlış sözü yetkin bir şekilde ayırt edebilecek birikime sahip değiller. Kendi fikirleri bulunmuyor. Sadece o kaynaktan bu kaynağa dolanıp duruyorlar. Birilerinin buldukları arasında kendilerine yol bulmaya çalışıyorlar. En çok da "en çok aferin alabilecekleri" kaynakları tercih ediyorlar. Yani işleri bilim değil de aferin almak...
Diğer yandan Türk dillerine de hakim değiller.
Türk kültürünü, dilini, tarihini doğudan batıdan tüm ecnebi kaynaklardan taramayı onurlarına yedirebiliyorlar. Çince, İngilizce, Fransızca öğrenip bu devletlerin araştırmacılarının yaptığı kaynaklar üzerinden "böyleymiş bu iş, şöyleymiş" demeyi bilimsel buluyorlar. Ancak Türk dillerini öğrenip mesela gidip Türk yazıtlarını okuyamıyorlar. Türk kültürünü çözebilmek adına en basitinden bir Anadolu turu yapmıyorlar.
Dünyanın her yerine yazılmış sayısız Türk yazısı içeren kalıntılar var. Bunlara ısrarla Batı'nın hoşuna gidecek şekilde "kim olduğu bilinmeyen medeniyete ait" demeyi şık buluyorlar.
Kazım Mirşan ise Almanya'da kemikler üzerine yazılan yazıları Türk dili bilgisi ile okuyabilmektedir.
Sözüm ona bazıları yedi sekiz dil bildiği için Kazım Mirşan'la boy ölçüşebildiğini el altından ima eder. Keza Kazım Mirşan, Doğu Türkistan - Gulca şehrinde Uygur Türklerinin arasında doğmuş biri olarak Çinceyi ana dili seviyesinde bilen bir Türktür. Haliyle iki tane ana dil seviyesinde bildiği dil vardır; Uygur Türkçesi ve Çince.
Aile aslında Güney Sibirya'dan Tümenlik Türkü. Rus baskısından dolayı büyük aile, Gulca'ya yerleşmiştir. Sonraları Çin zulmü sebebiyle ailesi tarafından Rusya'ya gönderilen Kazım Mirşan, Rusça da öğrenmiştir. Almanya'da kaldığı yıllarda Almancayı, İstanbul Teknik Üniversitesinde (İTÜ) okuduğu zaman İngilizceyi ileri seviyede öğrenmiştir. Tatar Türkçesi de Tümen Türkü olması sebebiyle ana dil seviyesinde hakim olduğu diğer bir dildir ki Tatar Türkçesi, Türk dilinin en köklü dilidir. Bu sebeple Mirşan, 9 tane net olmak üzere diğer Türk dillerine de genel olarak hakimdir.
Bu arada yeri gelmişken not düşeyim ki Ruslar, Türkleri ona yüze bölmeden önce kümülüne "Tatar" derdi. Hatta Kurtuluş Savaşı sırasında Ermenilerin Ruslarla yazışmalarında Türkler için Tatar kelimesinin kullanıldığını görürüz. "RGVİA. Fon 2100. Sayı 1. Dosya 558. Sayfa 19-19" arkası adı ile kayıtlı olan bu belgede bu ifadeyi okuyabilirsiniz.
Belgedeki ilgili cümle şu şekildedir: " Tüm Ermenistan’ın kırsalını iyi biliriz, buralarda bizden birçoklarının akrabaları vardır; bu nedenle kendi hayatımızı hiçe sayarak, akrabalarımızı ve tüm Hristiyan halkı, Tatar boyunduruğundan kurtarmak için ordu saflarına katılmak istiyoruz. Katılmak isteyen yarın tamamen hazır olacak 170 kişinin listesini ekliyorum."
Kazım Mirşan ve Halûk Tarcan, en çok şunu dile getirmiştir: "Türk tarihini, dilini, kültürünü yabancı kaynaklardan değil Türk dilinden, Türk yazıtlarından, Türk tamgalarından, Türk geleneklerinden okuyun, öğrenin!"
Bugün görüyoruz ki Türkçeye ve Türk Dünyası coğrafyasına Servet Somuncuoğlu'nu lider göstererek akın akın gidiyorlar. Servet Somuncuoğlu, Turgay Tüfekçioğlu söyleşimde duyacağınız üzere; Turgay Bey ve Kazım Hocanın Kazakistan - Kırgızistan ziyaretinde yanlarına alınan ekipteki bir fotoğrafçıdır. Servet Bey, Kazım Hoca ile yaptığı gezide öğrendiklerini bizlere aktarmış ama her ne hikmetse lider olup çıkmıştır.
"EĞER TÜRKLÜK KÜTÜK BİLGİSİ OLSAYDI, BUNCA VATAN HAİNİ BU TOPRAKTAN ÇIKMAZDI!"







